Enerji Bakanlığı’nın üç nükleer santral için ayırdığı 700 bin YTL’lik bütçe nükleer enerji tartışmasını yine gündeme getirdi. Erdoğan’ın Fransa’da söylediği ‘Türkiye’nin 15 milyar dolarlık nükleer pazarı var’ sözleri konunun arka planını açıklıyor. Gelişmiş ülkeler yaklaşık 30 senedir yenisini kurmadıkları bu geri ve sorunlu teknolojiyi az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere ithal etme eğilimindeler.
Bu konuda Türkiye’ye CANDU reaktörlerini satmaya çalışan AECL Başkanı Reid Morden’in şu sözleri gayet açıklayıcı: ‘Bizim endüstrinin yaşamsal desteği, ülke dışındaki pazarda başarılı olmamıza bağlıdır.’ Erdoğan da sözleri ile yakınlaşmaya çalıştığı Avrupalı emperyalistlere bir mesaj veriyor (benzer bir yaklaşım Almanya ile tank ve ardından da yolcu uçağı alımı şeklinde gerçekleştirilmişti).
Diğer yandan, böylesi büyük kârların döndüğü bu sektör Türk sermayedarlarının ve bürokratlarının da gözlerini ışıldatıyor. Bu ve benzeri sebeplerle sermaye düzeni nükleer santral konusunda yıllardır atılamayan adımları atma çabasında. Bu adımları atmaya çalışanlar elbette minareye kılıf da hazırlıyorlar. Yıllardır çözülemeyen sorunları olan ve pek çok kazaya yol açan nükleer santraller en temiz, en güvenli, en ekonomik ve mutlaka kullanılması gereken enerji kaynağı olarak yansıtılmaya çalışılıyor. Üniversitelerden medyaya kadar düzenin birçok kurumu seferber ediliyor. Bugüne kadar yaşanan nükleer santral kazalarına, bu santrallerin çözülemeyen atık sorununa ve TAEK’in bu konudaki savunusuna yakından bakalım.
Üstü örtülemeyen kazalar Nükleer santral savunucuları sürekli nükleer santrallerdeki güvenlik önlemlerini vurgularlar. Ama yıllardır yaşanan pratik bu iddiayı boşa çıkarıyor. Nükleer santral son derece kompleks bir yapılanma ve en ufak bir sorun tam bir felakete yolaçıyor. Şöyle ki, herhangi bir sistem hata yapabilir ve bu kazaya sebep olabilir. Bir uçak düşebilir, bir termik santralde doğal gaz kazanı patlayabilir vb. Ama devasa bir radyasyon kazanı olan nükleer reaktörde gerçekleşecek kaza milyonlarca insanı ve milyonlarca kilometre karelik bir alanı tehdit etmektedir. Ve bu tehdit on yıllarca sürecek ölümcül boyutta bir tehdittir.
Sadece ABD’de bugüne kadar, Nükleer Denetleme Komisyonu’nun (NRC) kayıtlarına göre, felakete yol açabilecek derecede 169 kaza olmuştur. Japonya’da 1992 yılında tam 20 tane önemli kaza rapor edilmiştir. 1992 yılında Rusya, uluslararası kuruluşlara 205 kaza rapor etmek mecburiyetinde kalmıştır. İngiltere’de ise gizlenen ve sonra ortaya çıkarılan 17 ciddi nükleer kaza yaşanmıştır. Daha uzatabilecek bu veriler şunu gösteriyor: Nükleer santrallerde kazalar sık rastlanan bir durumdur. Bu kazaların sebep olabileceği sonuçlar açısından en yakından bilinen Çerneobil’e bakabiliriz. Çernobil’de yaşanan radyasyon sızması sırasında 31 kişi öldü. Fakat Ukrayna Çevre Bakanı Dr. Yuri Scherbak, 1992’de yaptığı açıklamada, ülkesinde 1986 yılında meydana gelen Çernobil felaketi sebebiyle 6 bin kişinin öldüğü ve ölü sayısının 40 bine varacağını, ayrıca yüzbinlerce insanın da kansere yakalanacağını söylemiştir. Ukrayna ve Rusya dışında, başta Türkiye ve Kuzey Avrupa olmak üzere milyonlarca insan ve hayvan etkilendi, onbinlerce kilometrekare toprak kirlendi. Dünyadaki ekonomi otoriteleri tarafından, hesaplanan mevcut zarar ve gelecek nesillere maliyeti, 350 milyar dolar olarak belirtilmiştir. Mali zararı bir yana, toprağa, suya ve havaya karışan radyasyon nesiller boyunca geniş bir coğrafyada dolaşmaktadır.
Türkiye’de konuya verilen ciddiyeti görmek için Hacettepe Nükleer Enerji Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyelerinden Prof. Dr. Osman Kemal Kadiroğlu’nun sözlerine bakalım: ‘Yapılan bu tür analizler sonunda, bir nükleer santralın korunun ergimesi ve çevreye radyasyon salması, yolda yürüyen bir insanın başına meteor düşme olasılığından biraz daha fazladır.’ Bugüne kadar dünyada kimse meteor düşmesi sebebiyle ölmedi, ama yüzbinlerce insan nükleer santrallerin sebep olduğu kazalar sonucu öldü. Onbinlerce çocuk sakat doğdu ve dönümlerce toprak kullanılamaz hale geldi.
Nükleer santraller radyasyon yayar mı?
Nükleer santralde oluşacak bir kaza tek kelimeyle bir felakettir. Bunu bugüne kadarki kazaların istatistiklerinde de görebiliyoruz. Peki kazalar dışında bu santraller anlatıldığı gibi etrafında balık tutulan, havayı kirletmeyen, son derece modern ve doğa dostu teknoloji harikaları mı? Maalesef ülkemizdeki uzmanların dillerinin kemiği yok. Söz uzmanlarımıza geçince yalanın ve çarpıtmanın bini bir para. Oysa ki Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun yaptığı araştırmalara göre nükleer santrallerin civarında yaşayanlarda kanser vakalarında yüzde 400’lük artış, genetik mutasyonlar sonucu normal olmayan doğumlar, yaygın lösemi hastalıkları tespit edilmiştir.
İngiliz hükümet yetkilileri ve ardından da bizzat Kraliçe, İngiltere’deki Sellafield Santrali’nde (eski adı Windscale olan bu santral, 1957’de yaşanan nükleer felaketten sonra adı değiştirilerek, kamuoyundaki kötü imajı silinmeye çalışılmıştır) çalışanlara, çocuklarında görülen yüksek lösemi oranları ile ilgili araştırma sonuçları ışığında, çocuk yapmamalarını tavsiye etmiştir.
1991’de ABD’deki Oak Ridge Ulusal Laboratuvarı’nda çalışanlar üzerinde yapılan incelemelerden sonra, lösemiden ölüm oranlarının, beklenenden %63 fazla olduğu saptanmıştır. ABD’de 1993 yılında yayınlanan Güneydoğu Massachusetts Sağlık Raporu’na göre, Pilgrim Nükleer Santrali’nin yaydığı radyasyona maruz kalanlar, bu emisyona daha az oranda maruz kalanlardan 4 kat daha fazla lösemi riski taşımaktadır.
Ocak 1999’da British Medical Journal’da yayınlanan bir makalede, Fransa’nın kuzeyindeki La Hague Nükleer Santrali’nin civarındaki sahillerde oynamaya giden ya da deniz ürünleri yiyen çocukların lösemiye yakalanmasının, diğerleriyle kıyaslandığında, daha büyük bir olasılık olduğu belirtiliyordu. Fransız kamuoyu, medyanın konuya ilgi göstermesiyle, bu sorundan haberdar oldu.
Nükleer santrallerden radyasyon sızmasının kaçınılmaz olduğunu teyit eden Boğaziçi Üniversitesi Nükleer Mühendislik Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Vural Altın’a göre; ‘Reaktörleri soğutan suya radyasyon karışması mümkün. Soğutma suyu reaktör içinde dönüp durdukça radyasyon biriktirir. Bunun dışarı sızmaması gerekir. Halbuki her sanayi tesiste kaza olasılığı vardır. Nükleer reaktörlerin de ufak tefek kaza sonucu radyasyon sızdırması, çevre sağlık sorunlarına neden olması kaçınılmazdır. Nitekim bunun bir çok örneği var. En gelişmiş ülkelerdekiler de dahil olmak üzere yüzlerce santralde bugüne kadar sızıntı oldu. Nükleer endüstri bu kazaları saklamaya çalıştı. Saklayamadıklarını yalanladı. Çünkü dünya kamuoyu, 1960’lardan itibaren nükleer silahlar karşısında dehşete kapıldıkça, radyasyonun zararları anlaşıldıkça, nükleer santrale karşı güvensizlik duymaya başladı. Nükleer endüstri kendini savunmaya çalışırken, nükleer teknolojiyi sanki kazalardan arınmış gibi gösterdi’.
Nükleer santral atıkları ne oluyor?
Bu soru konunun çok önemli bir kısmını oluşturuyor. Çünkü nükleer santrallerin açığa çıkardığı atıklar hiçbir şekilde ortadan kaldırılamıyor. Bu atıklar onbinlerce yıl boyunca aktif kalıyorlar, radyasyon yaymaya devam ediyorlar. Yetkililer açıklayamadıkları bu sorun karşısında yer yer bir takım yalanlara sığınmaya çalışıyorlar. Bu atıkların sanayide kullanıldığı, ya da bu sorunu çözecek teknolojinin geliştirildiği söyleniyor. Ama tüm bunlar yalan. Madem bu atıklar bu kadar işe yarıyor, neden gelişmiş ülkeler bu atıkları geri ülkelere satmaya çalışıyorlar? Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) 1977 yılı sonunda reaktör sahalarında ya da geçici depolarda, 200 bin ton (10 bin kamyon) tükenmiş yakıt çubuğu olduğunu hesaplamıştır. Yılda ortalama 10.500 ton artan bu rakamın 2010 yılına kadar %70 artarak 340 bin tonu (17 bin kamyon) aşması bekleniyor. 1998 yılında İstanbul’da bir basın toplantısı düzenleyen, Akkuyu Nükleer Santralı ihalesine Fransızlarla ortak olarak giren Siemens Firması’nın temsilcisi; ‘Türkiye radyoaktif atıklarını Toroslar’ın altına gömebilir’ dedi. Daha sonra da adeta dalga geçerek; ‘Türkiye’nin parlak zekalı insanları, gelecek 20 yılda nükleer atıkların çözümünü bulacaktır’ beyanında bulundu. Bu konuda söylenen yalanlara dair geçtiğimiz haftalarda ÖDP’nin Ankara’da düzenlediği nükleer santrallerle ilgili panelde TAEK yetkilisi bir profesörün düştüğü durum ibretliktir. Sayın profesörümüz söz sırası kendisindeyken esip gürlüyordu. Arada atıkların etkisiz hale getirileceği teknolojinin geliştirildiğini de söyledi. Bunun mümkün olmadığını söyleyen ve bu teknolojinin ne olduğunu soran elektrik mühendisi Ali Yiğit’e ise cevap vermemeyi yeğledi.
TAEK’in çarpıtmaları?
TAEK’in İnternet sitesinde ‘TAEK diyor ki’ başlığı altında konuya doğalgaz kaynaklı termik santraller tartışılarak giriliyor ve şöyle devam ediliyor: ‘Dünya elektrik enerjisi üretiminin %80’inin yenilenemeyen kaynaklardan, %19’u ise hidrolik kaynaklardan sağlanmakta, rüzgar, güneş, jeotermal, biokütle gibi yenilenebilir kaynakların payı ise %1’in altında kalmaktadır’. Tartışmanın iki tarafını belirlediğiniz zaman, elbetteki böyle işinize geldiğince daldan dala atlama hakkına sahipsiniz. Peki verilerdeki bu kaypaklık niye? Bu %80’in içinde nükleer santrallerin oranı ne? Biz söyleyelim %16. Peki dünya çapında verilen bu veriler süreçleri ve eğilimleri incelemek için yeterli mi? Yani gelişmiş ülkelerde rüzgar ve güneş enerjisi üzerine yürütülen projeler ve uygulamalar bu rakamlara dahil mi? Nükleer santral teknolojisi üreten ülkelerin rüzgar enerjisinin %15’ten fazlasını kullandıkları ve bu oranı yükseltecek projeleri bu rakamlarda göremiyoruz. Enerji ihtiyacının %30’dan fazlasını rüzgardan sağlayan Danimarka’yı burada göremiyoruz. Son yıllarda 16 bin MW’lık rüzgar santrali kuran Almanya’yı burada göremiyoruz. Tüm gerçeklerin üzerinden atlayan toplam bir rakam. Yüksek teknoloji ile uğraşan uzmanlar için son derece basit bir ayak ya da söz oyunu.
Yazının başında da belirttiğimiz gibi minareyi çalan kılıfını hazırlıyor. Ama çalınmaya çalışılan bizim geleceğimizdir. Çalınmaya çalışılan doğal hayattır, soluduğumuz hava, içtiğimiz su ve beslendiğimiz topraktır. Sermayedarlar kendi kâr ve çıkar hesaplarıyla bu soyguna girişiyorlar. Gençlik bu yağmaya seyirci kalmayacaktır. Şimdi geleceğimiz için, yaşamı ve doğayı savunmak için mücadeleye atılma zamanıdır.