YALAN, DOĞADA YOK OLMAZ…
Ülkemizin içinde bulunduğu konumda nükleer santrallara asla ihtiyacı olmadığını, verilen sözlerin nedeni olarak görünenin emperyalist-kapitalist sistemce küreselleşme politikalan sonucu oluşturulan hegemonyaya biat ve bir tür katolik evliliği olduğunu söyleyebiliriz. Girilen borç sarmalı nedeniyle dış dinamiklerin rotasından sapmak, yönetme iddiasında olanlar için bir tür uçuruma gidiş gibi algılanmaktadır. Neredeyse eyalet valisi konumuna gelmiş olmak, özgür irade ile her karşı çıkışın; “su içtiği kuyuya taş atmak” gibi algılanmasına neden olmaktadır. Bu halet-i ruhiye ile sözünü ettiğimiz ısrarlara boyun eğmekten başka seçenekleri olabilir mi? Hele hele “AB umudu” önlerinde dururken…
Elektrik Mühendisleri Odası olarak, öncelikle öz kaynaklarımızın değerlendirilmesini ve dışa bağımlı enerji kullanımının olabildiğince düşürülmesi gerektiği görüşündeyiz. Zira bugün itibariyle mevcut kaynaklarımızın çok düşük bir miktannı kullanmaktayız. Örneğin; su potansiyelimizin %25‘ini kullanırken, başta Çin olmak üzere pek çok ülkenin önem verdiği mikrohidro potansiyelin değerlendirilmesi ülkemiz gündeminde ne yazık ki yer almamaktadır. Linyit potansiyelimizin kullanım oranı % 19‘1ar civarındadır. Özellikle ısınmada jeotermal kaynaklar üzerinde yer alan illerimizde, dışa bağımlı (her an kesilme tehdidi altında) doğalgaz kullanımının tercih edilmesini anlamak olası değildir. Rüzgar potansiyelimizin kullanımı ise, hemen hemen sıfır konumundadır. Oysa AB ülkelerinin hedefi 2010 yılı için; %10-15 arasında değişmektedir.
Bugün Danimarka dünya rüzgar türbünü pazarında önemli bir paya sahipken, yine bu alanda 35.000‘den fazla insanına istihdam sağlamaktadır.
Biyokütle ve biyomas gibi kaynaklar üzerinde hiçbir çalışma yapılmamaktadır.
Aynca geleceğin enerjisi olarak algılanan güneş enerjisi konusunda, özellikle bugünün petrol devleri BP, TOTAL, AMACO gibi şirketler bütçelerinden milyarlarca dolar yatırım ve araştırmaya pay ayırmaktadırlar. Dünya gelecekte fişi güneşe takmaya hazırlanırken, ülkemizde de; nükleer santral yerine bu konuda AR-GE çalışmalarına bütçeden pay ayrılmalıdır.
Fosil yakıtlarla (petrol, kömür, doğalgaz vb.) karşılaştırıldığında nükleer santrallerin -özellikle petrol ve kömürde olduğu gibi- karbondioksit, sülfürdioksit emisyonlan, baca gazı atıklan (kükürt vb partiküller) yoktur. Fakat buradan asla nükleer enerji temiz enerjidir anlamı çıkmaz. Burada esas olan iki yanlışın bir doğru etmediğidir. Hidroelektrik santrallarda su ve toprak kirliliği (tuzlanma) belirli bir ek yatırımla giderilebilmektedir. Aynı şekilde kömüre dayalı termik santrallerin baca gazı atıklan ve cüruflardan kaynaklanan iklime ve çevreye olumsuz etkileri yine gerekli yatırımlar yapılarak belirli maliyetler göze alınarak giderilebilmektedir. En önemlisi bunlann insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkileri, en kötü şartta doğrudan etkilenen kişiler için geçerlidir. Oysa nükleer santrallardaki radyasyon yayılımı ve atık sorununun henüz çözülememiş olması her türlü toplumsal maliyeti aşmaktadır. Zira ortada ne kadar harcama yaparsanız yapın çözümsüzlük vardır. Aynca radyoaktivitenin insan sağlığına yönelik boyutu, nesilden nesile aktanlmasıdır ve en tehlikeli yanı da budur.
Türkiye için önümüzdeki dönem enerji politikalarında, gerçek potansiyel hesaplamalarını dikkate alarak, bu potansiyelin akılcı bir planlama ile ve tamamen kamu olanaklarını kullanarak kademeli bir biçimde yapılacak yatırımlar öncelikli olmalıdır. Borç ekonomisi gerekçe gösterilerek devletin yatırım yapacak gücü yok demek, başta da sözünü ettiğimiz; “finans-kapital” zorbanın küreselleşme politikalarına endekslenmekten başka bir şey değildir. Gerekli yatırımlar için Türkiye‘nin yeterli kaynaklan vardır. Özelleştirmelerden derhal vazgeçilmelidir. Gerekli yasal düzenlemeler yapılarak derhal tasarrufa yönelik çalışmalar başlatılmalıdır. Net ve doğru hedefleri olan sanayileşme politikalan oluşturulmalı ve enerjinin etkin-verimli kullanımı sağlanmalıdır. Dışa bağımlı enerji üretimine son verilmelidir. Ulaşım politikalan değiştirilmeli ve petrole bağımlılık minimum düzeye çekilmelidir. Bütün bunlar devletin kendi olanaklan ile enerji alanında yatırımlan gerçekleştirmesine yeterli kaynak sağlayacak değerdedir. Özellikle güneş enerjisi için bütçeden pay ayrılarak AR-GE çalışmalarına hemen başlanmalıdır. Biyomas, biyoyakıt, enerji ormancılığı, mikro düzeyde su kaynaklan başta olmak üzere en küçük potansiyel bile değerlendirilmelidir.
Sözün özü, ülkemiz enerji yapılanmasında nükleer enerjinin yeri olmamalıdır. Bunca kullanılmayı bekleyen öz kaynaklarımız mevcut iken, nükleer santral kurulmasını istemek zengin bir meyve-sebze bahçesi olan birinin bu zenginlikten yararlanmayıp, eczaneden milyonlarca para ile vitamin hapı almasına benzemektedir.
Çernobil faciasının yirminci yıl dönümünde sevgili Arif Künar; bir kez daha nükleer santrallar üzerine yazıyor. Pek çok makale, rapor ve broşür ile birlikte bu ikinci kitabı. Türkiye‘ye nükleer santral ve atık pazarlamaya yönelik ısrarlar sürüyor. Toplumun tüm duyarlı insanlan, demokratik kitle örgütleri de Arif ile birlikte aynı biçimde ısrarla karşı duruş sergiliyor.
Nükleer santral satıcısı sermayenin ısrarını anlamak olası, fakat bir avuç kraldan çok kralcının ısrannı anlamakta zorlanıyoruz. Bu ısrar saplantı haline gelmiş durumda. Latincede bir söz vardır; “sui amantes sine rivali” der, yani kendilerini ya da özdeş tuttukları bir şeyi rakipsiz sevenler diye açıklanabilir bu söz. Ülkemizde nükleeri rakipsiz sevenlerin bu anlamsız; “kör kör gözüm parmağa” ısran öyle sanıyoruz ki, mevcut hükümetin katkısı ile birlikte bir süre daha yalanlarla sürecek. İşte Arif Künar da bu kitabıyla; o yalanların doğada yok olmadığını bir kez daha vurguluyor ve yine onları tıp dünyasının Latince şu şiarıyla yanıtlıyor; “premium non necere”, yani “önce zarar vermeyeceksin.”
Bu özverili çalışması için Sevgili Arif Künar‘a Elektrik Mühendisleri Odası adına teşekkür ediyor, emeğine, yüreğine sağlık diyorum.
Kemal B. ULUSALER
EMO Yönetim Kurulu Başkanı